monolog//odalarımı değil kendimi dizayn ettim.

Berkay Varol
5 min readDec 26, 2022

--

Geçtiğimiz gün odamın düzenini değiştirdim. Yeni bir mobilya ekledim, bazı mobilyaların yerini değiştirdim ve yeni halılar serdim. Lambaderin yerini değiştirdim, başka bir ampul taktım, sarı ışık. Açık olmak gerekirse eski yerine göre daha iyi bir aydınlatma sağladı.

Ne yalan söyleyeyim odamın eski halini daha çok seviyorum. Birtakım dekorlar göze daha iyi gözüküyordu. Hatta pratiklik yönünden de daha nasıl denir…. Her şey daha bi’ elimin altındaydı. Büyük bir boş alan vardı. Yeni düzenleme boş alanın bir kısmını kapı tarafına çekti. Haliyle pek de işe yarar bi’ hale getirmedi. Gerçekten daha işime yarar bir haldeydi aslında.

Gariptir ki odamın şekli değiştiği andan itibaren alışkanlıklarımda da değişen bir şeyler oldu. Klavye başında daha düzgün oturuyorum. Işığın aydınlatmasının daha iyi olmasından olsa gerek gözlük kullanımımı azalttım. 2 gecedir aktif bir şekilde hikayelerimi ilerletiyorum. Yatağa geçince laptop alıp dizi film izliyorum. Neden bilmiyorum ama çok da hiç hoşuma gitmeyen bir dizaynın içinde daha verimli hissediyorum. Bu benim ilk odam değil. Çocukluğumun geçtiği ailemin dizaynı olan odaları bir kenara atmak istiyorum. Sonuçta o odalarda o şekilde yaşamak zorunda kaldım. Kendime ait bir düzenim yoktu. Zaten bir eve taşındık ki odam dahi yoktu. Ta ki öğrenci evlerime kadar. İnsanın kendini tanımasında ve öğrenmesinde büyük rolü var öğrenci evi dizayn etmenin.

Öğrenci evlerimi defalarca dizayn ettim. Hepsi de yine bu pratiklik, elimin altında olsunculuk hissi üzerineydi. Şansım vardı ki öğrenci evlerimin hemen hepsinde, bir yönüyle iyi manzaralar tecrübe ettim. İlk öğrenci evimde kot 2'de oturuyorduk. Binanın arka bahçesinde bakan bir odam vardı. Demir korumaları olan bir pencere ve hiçbir şey ekili olmayan yeşil çim bir bahçe. Kot farkı yüzünden yol ve kaldırım boy hizamın üzerindeydi. Yine de yoldan geçenin kafasını eğip görebileceği bir odam vardı. Hakeza ben de yattığım yerden insanları, dünyanın yuvarlak olduğunun kanıtıymışçasına, önce ayaklar sonra bacaklar sonra ceketler sonra omuzlar sonra kafalar sıralamasında görebiliyordum. Yine pratik bir odaydı. Mavi kanepede yatıyordum, hemen yanımda pembe renkli ve bizden önce kalan ailenin kızına ait çiçek dolu stickerlarla bir şifonyer, sıra sıra tüm çekmeceler organizeydi. En yukarda günlük rutinimde en işime yarayan şeyler en altta çoraplar... Kanepenin ucunda bej renginde kırmızı kareli berjer bir koltuk. Sözde köşeye çekmiştim ki kitaplar okurum diye. Eğlenmekten kitap okumadım o evde. Kıyafetlerimi üzerine fırlatmaktan başka bir şey için kullandığımı hatırlamıyorum. Kitap demişken; Odanın bir köşesinde bez dolabım vardı, içi kıyafet dolu. Onun yanında da bir masa ayağı. Kocaman bir masamız vardı ve yüzeyi kırıktı, biz de söktük. Masanın ayağı olan kısım ise nereden baksanız 45–50 santimlik bir yüzeye sahipti. Onun üzerinde bazen ödev yaptım ama çoğunlukla kitaplarım ve odamdaki süsler onun üzerindeydi. Aptal ergen üniversiteli tavırlarım sağ olsun; Duvara kurşun kalemle sevdiğim şarkı sözlerini yazıyordum. Evden çıkarken ne kadar uğraştımsa da tamamen silememiştim.

Bir sonraki evimde bir odam yoktu aslında. Salonda kanepede yatıyordum. Geniş bir evdi. Hani şu 60'lar Amerika'sı anlatan filmler vardır ya, sokak manzarasını getirin aklınıza. Uzun apartmanlarla dolu bitmez bir sokak. İşte pencereden kafamızı sağa çevirince öyle bir ara sokak manzarası vardı. Sola çevirince ise tüm Bandırma ayağımızın altındaydı. Karşı Yaka’nın dağları, denizin ortasındaki yük gemileri, Cin çukurundaki eski hastane, Sevgi yolu. Daha fazla vakit geçirmeyi isteyebilirdim o evde; önümüze o gün aklımızı çelen daha iyi bir fırsat çıkmasaydı… ve daha az böcek olsaydı. Böcekler içinde yaşıyorduk neredeyse. Çok eski bir binaydı. Kırmızı etiketli asansörle orada tanıştım, sürmeli oda kapılarıyla da. O kadar paramız yoktu ki doğalgaz açtıramamıştık. Hayatımda en üşüdüğüm Aralık- Şubat aylarıydı. Sağ olsun bir arkadaşımız elektrikli ısıtıcı hediye etmişti, sonra biz de ocağımıza incir ağacı dikmiştik… Evi mistik kılan şey ise içindeki ölmüşlüktü. Ev sahipleri yaşlı bir çift, adam asker emeklisi kadın fen öğretmeni. Evin her yeri, her eşyası, her süsü 70'lerdi. Nostalji içinde oturuyorduk. Bunun cezası olarak çürümüş eşyalar ve böceklerle karşılaşıyorduk. Muhtemelen tarihteki en eski ekmek kızartma makinesi yüzünden sigortayı attırdık. Açlığı ve soğuğu tozlu tarihe katmış gibiydik. Ekmek üzerinde gezen böcekleri üzerinden atıp yemek zorunda kalmıştık. Evde pek yorganımız yoktu ben iki tane battaniyeyle yatıyordum; ev arkadaşlarım okula giderken üzerime yorgan örtmüşler. Eğer yalan söylemiyorlarsa yarı uyanık bir şekilde çok uykulu ve sersemce “teşekkür ederim” demişim. Hatırladıkça anlatırlardı ve gülerlerdi. Evden bana hatıra kalan tek şey çalmaktan asla hüzün duymadığım, Cemal Süreya’nın 1981'de çevirdiği, saman kâğıttan bir Goriot Baba kitabıydı..

Sonrasında sonu kötü bir hikayeye beni itecek o büyük fırsata zıpladık. Çok uyguna çok büyük dubleks bir ev. Hayatımda kendime ev bildiğim yer burasıydı. Kendimi en ait hissettiğim en rahat hissettiğim yer. Kapıdan giren herkesin harika bulduğu bir oda. En sevmeyen bile helal olsun derdi. Hayatımdan her doneye sahipti oda. Koleksiyon kartlarım, kasetçalarlarım, figürlerim, oyuncaklarım, popüler kültür tablolarım, Almancı bavulu denen bavul üzerine buddha heykeli tütsüler kitaplar dergiler, duvar dibine sıra sıra dizdiğim kitaplar… Uzun bir odayı aydınlatmak için yerden giden mavi led ışık. Atmosferi ve benim ruhumu yansıtan bir odaydı. Her haliyle loş her haliyle bendim. Üçgen bir pencere önünde iki katlı ve çok parçalı bir bilgisayar masası. Her rafında ve gözünde kategorize bir şeyler. Defterler, yazılar, karalamalar... Ruhu olan bir odaydı. Uzun bir süre geçirdim. Beyaz duvarları tablolarla süslü bu odadaki her şeyin isle kaplı olduğunu görmek benim de ruhumu uzunca bir süre kararttı. Bu evde yaşadığım her güzel şey unutmak istediğim hatıralarla örselendi.

Ve artık son öğrenci evime taşındım. O zamanki kız arkadaşımla beraberdik birkaç ay kadar. Hızlıca önceki evden kurtardığım birtakım eşyalar, yeni aldığım birtakım eşyalar ve ikinci el aldığım birtakım eşyalarla içinde yaşaması mümkün bir evim vardı. Pandeminin ciddi bir bölümünü burada geçirdim. Haliyle hayat stilimi belirlememde büyük bir ölçüt oldu. Ve haliyle hem pandemi hem yalnızlık yüzünden hayatımın en depresif ve tek yaşantısını da burada geçirdim. Bir noktada evi kendi rahatıma en düzgün şekilde tekrar düzenledim. Bir L masa aldım. Pencerenin önüne kurdum, sandalye yerine koltuk çektim, Kocaman bir masaydı. Bir atölyeden almıştım. Çekmeceli dolaplı… Rengini bilmiyorum, koyu kahverengi ve turuncu arasında bir şeydi. Her yönüyle ihtişamlı bir masaydı. O kadar büyüktü ki üzerine ne kadar çok alet edevat koyduysam da her zaman bir şeyler için yer vardı. Bilgisayar, projeksiyon, ses kayıt ekipmanlarım, elektro gitar amfim, defterlerim, masa lambam, ıvır zıvır tonla şey. Hayatımda çok şeyle yollarımı ayırdım ama bir mobilyayı bu kadar özleyebileceğimi hayatımın şu günlerinde yeni anlıyorum. Sürekli bahsettiğim Pratiklik ve el altında olsunculuk laflarının, testere zımpara kaplama ve ustalarca şekle sokulmuş haliydi bu mobilya. Üzerine tava koyup kahvaltı yaparak dizi izlediğimi de bilirim yanımda çaydanlıkla ödev hazırladığımı da… Her zaman her şey elimin altındaydı ve her zaman daha fazla şeye yer vardı. Öğrencilik hayatımın en uzun süresi o evde yalnız başıma geçti. Mutsuzdum. Benden çıkmış çoğu yazı bu evde çıktı ve yeterince karamsardı. Olsun üretkendim en azından… Hayatımın en depresif dönemine şahitlik eden o canım L masa, ölene kadar mobilyayla alakalı herhangi bir sohbetimde lafını geçireceğim bir mobilya olacak, eminim. Hayat kolaylaştıran, gözyaşlarıma da kahkahalarıma da tanıklık eden, eve gelince cebimdeki her şeyi üzerine fırlattıran, evin bambaşka bir köşesinde olmasına rağmen ilk gittiğim şey olmayı başaran bu mobilyadan üniversite bitince ayrılmak zorunda kaldım.

Photo by Peter Herrmann on Unsplash

--

--

Berkay Varol

Seçim arabası müzikleri dolu kafamla dünyayı anlamaya çalışıyorum, perişanım.